Dört gözle beklediğim bir gündü bugün. Hem gelmesini istediğim hem de istemediğim. Gelmesini istiyordum çünkü botanikte inanılmaz bir ışık gösterisine şahit olacaktım, istemiyordum çünkü buradan ayrılmama bir ay kalmış olacaktı. Göz açıp kapayana kadar geçen 3 ay. Zaman kavramının ne kadar göreceli olduğunu anlamıştım. Hayat güzelken baş döndürücü bir hızla geçiyordu...
Evde yalnız kaldığım için minicik mutfakta ne kadar özgürce hareket edebilirsem o kadar özgürce hareket ediyordum. İstedğim kadar yumurta, kızarmış ekmek, peynir, zeytin, domates, salatalık, avokado, çay, tereyağı ve sütle mükemmel doyurucu ve sıcacık kahvaltımı yaptım. Susanne'ın kedisi Toledo canı istediğinde gelip gittiği için gelir mi diye kulağım da kapıdaydı. Hava çok soğuk olduğu için kedi için dertleniyorum, üşür diye ama Susanne kedisinin sokak kedisi olduğunu, yemek yemek ve su içmek için geldiğini söyledi. Olsun, ben dışarıda kalmasını istemiyorum bu soğukta 💖
Öğle yemeği için sandviçimi, termosuma da çayımı koyup dün inanılmaz sessiz olan Edinburgh'un bugün canlı olup olmadığını gözlerimle kontrol etmek istedim ve EDI ile ilgili hemen her hayalimi gerçekleştirdiğim için yapılacak fazla bir şey kalmamasından ötürü royal mile yolculuğumu yeniden yapıp cadde üzerindeki her close'a girmeye yemin ettim.
Ufak bir spoiler'ı
30 Ekim tarihli yazımda vermiştim aslında. Ama en güzeli de esas şimdi başlıyor, hadi gelin.
Edinburgh’u ilk kez görenlerin çoğu bakışlarını kaleye, Royal Mile’ın ihtişamına ya da sisli tepelerin romantizmine sabitler. Oysa şehrin asıl hikâyesi, ana caddelerin hemen arkasında, daracık taş geçitlerde fısıldanır. İskoçya’ya özgü bir kelime olan close,
Edinburgh’un Old Town dokusunu anlamanın anahtarıdır. Bunlar yalnızca sokaklar değildir; geçmişle bugün arasında açılmış sessiz yarıklardır.
Royal Mile boyunca yürürken bir anlığına sağa ya da sola saptığınızda, kendinizi yüzyıllar öncesine açılan bir kapının eşiğinde bulabilirsiniz. Close’lar genellikle dar, dik ve karanlıktır; bazıları yalnızca iki kişinin yan yana geçebileceği genişliktedir. Yukarı doğru yükselen taş duvarlar, gökyüzünü ince bir şerit hâlinde bırakır. Bu mimari rastlantı değildir.
Orta Çağ Edinburgh’unda şehir surlarla çevriliydi ve büyümenin tek yolu yukarı ya da içe doğruydu. Close’lar, bu zorunluluğun taşlaşmış hâlidir. Şehrin tarihini bilmeden dolşırsanız sadece dar sokaklar görürsünüz, eski bir şehir için çok sıradandır aslında bu daracık sokaklar. Ama tarihi bilerek dolaştığınızda sizi eski zamanların en basit stratejisine götürür: Öldür ya da öl!
Her close’un bir adı ve bir hikâyesi vardır. Mary King’s Close, belki de en ünlüsüdür. Bugün yerin altına gömülmüş gibi duran bu geçit, veba salgınları, terk edilmiş evler ve hayalet anlatılarıyla anılır. Ancak burayı asıl ürpertici kılan, efsaneler değil, gerçek insanların burada yaşamış olmasıdır. Dar odalar, karanlık merdivenler ve gün ışığını nadiren gören pencereler, 17. yüzyıl şehir yaşamının ne kadar sert olduğunu sessizce anlatır.
Mary King's Close inanılmaz bir gizem. Genelde her karışını ücretsiz gezdiğim Edinburgh'un nadiren paralı olan yerlerinden birisidir bu Close. Ben Erika ve Deborah ile daha küçük bir geziyi yakınlarda yaptığım için buraya gitme gereği duymamıştım. Ama bu videoyu internetten sizin için buldum. Videodan da göreceğiniz gibi, yerin üzerindeki hayat yerin altında ve penceresiz olarak var. Evet, penceresiz, karanlık, nemli ve soğuk...
Buna karşılık
Advocate’s Close, Edinburgh’un kartpostallık yüzünü sunar. Bir anda açılan manzarasıyla Scott Anıtı’nı çerçeveleyen bu geçit, fotoğrafçıların ve meraklı gezginlerin favorilerindendir. Burada geçmiş, ürkütücü değil; zarif ve dingin bir biçimde karşınıza çıkar. Taş basamaklardan aşağı inerken, bir zamanlar avukatların, yargıçların ve entelektüellerin bu yolu kullandığını bilmek, mekâna farklı bir ağırlık kazandırır.
.jpeg) |
| Advocate’s Close |
Close’ların en büyüleyici yönlerinden biri, sıradan hayat ile tarihin iç içe geçmiş olmasıdır.
Bakehouse Close buna iyi bir örnektir. Bugün sakin ve neredeyse mütevazı görünen bu geçit, bir zamanlar fırınların, küçük atölyelerin ve günlük ticaretin kalbiydi. Hatta modern televizyon dizilerinde Orta Çağ Avrupa’sını canlandırmak için kullanılmıştır. Çünkü burada dekor yoktur; taşların kendisi sahnedir.
 |
| Bakehouse Close |
Edinburgh close’larında yürürken zaman algısı değişir. Ayak sesleri yankılanır, rüzgâr dar geçitlerde yön değiştirir ve şehir gürültüsü bir anda kesilir. Bu anlarda, Edinburgh’un yalnızca bir başkent değil, katman katman bir hafıza mekânı olduğunu hissedersiniz. Her close, yukarıdaki görkemli caddelerin gölgesinde kalmış bir mikro evrendir.
Belki de bu yüzden close’lar aceleye gelmez. Hızlıca girilip çıkılacak yerler değildir. Bir an durup taş duvarlara dokunmak, yukarı bakıp pencereleri saymak, isim levhalarını okumak gerekir. Çünkü bu geçitler, Edinburgh’un kendini en dürüst biçimde anlattığı yerlerdir. Ne tamamen turistik ne de tamamen gizli… Tam sınırda dururlar.
Edinburgh’u gerçekten tanımak isteyenler için close’lar bir davettir: Ana yolu terk etmeye, bilinmeyene sapmaya ve şehrin kalp atışını dinlemeye yapılan sessiz bir davet. Eğer bir gün Royal Mile’da yürürken dar bir taş geçit dikkatinizi çekerse, tereddüt etmeyin. O close, sizi yalnızca başka bir sokağa değil, başka bir zamana da götürebilir.
Beni de başka bir zamana götüren bu close'lara kendimi öyle bir kaptırmışım ki, yemek yemeği unutup bayılmak üzereyken kendimi bir otobüs durağına zor attım. Yağmurdan da kaçıp kuru bir yere sığınmam gerekiyordu zaten, durakta hızlı hızlı yemeğimi yiyip eve döndüm ki, biraz dinlenip o büyülü akşama hazırlanayım...
Bir kaç gün önce inanılmaz bir rüzgarlı hava vardı ve ışık gösterisinin o günkü ziyareti iptal edilmişti. Merakla beklediğim bir akşam olduğundan haberleri kontrol edip duruyordum. Neyse ki her şey yolundaydı ve azaltılmış otobüslerin birini yakalayıp o güzel
Inverleith mahallesine doğru yola koyuldum.
Ama hikayenin devamını yarın okuyalım zira close'ları yazmak baya zamanımı aldı.
0 yorum:
Yorum Gönder