Bizim kursun yakınında Edinburgh Bus Station var, St. Andrew gezimizi planlamadan önce gidip otobüse nasıl bilet alınır, ne zaman kalkar yerinde görmek istedim. Size çok rahat yaptım, ettim, aldım, gittim diye anlattığım şeyleri aslında bir kaç gün öncesinde gözlemleyerek öğreniyorum. Çünkü ben iflah olmaz bir başak burcuyum ve hata yapmaktan, yaptığım planların bozulmasından, birine muhtaç olmaktan nefret ediyorum. Dolayısıyla, kurs çıkışında otobüs terminaline gidip St. Andrew otobüslerinin nereden kalktığını, nereden bilet aldığımızı, bilet almak için kaç dakika önceden gelmemiz gerektiğini kendi gözlerimle gördüm. Konuya hakim olunca yaşadığım mutluluğu ancak bir başka başak burcu anlar 😅
Bir önceki akşamki Christmas Market gezimiz sırasında herkese sıkı sıkı tembihlemiştim, 08:30'da otobüs kalkacak diye. Agahta ve Deborah'tan kesin eminim ama İtalyanların gevşekliği beni biraz geriyor, itiraf ediyorum. Gelmeyeni beklemem diyip parmak da salladım 😂 Çok şükür hepsi yetişti.
St. Andrew şehri, Edinburgh'un kuzeyinde, deniz kenarında yer alıyor. Forth Road Bridge ile
Güney ve Kuzey Queensferryi birbirine bağlayan, dünya üzerindeki en uzun asma köprülerden birisi. Adamlar o kadar zengin ki, otobüsler için ayrı, tren için de ayrı köprüleri var.
Minik minik İskoç kasabalarından geçerek St. Andrews'a 11 gibi vardık. Planıma göre uğrayacağımız tam 12 yer vardı ve ilk durağımız
St. Andrews Museum oldu. Şehir aslında 18.000 kişilik nüfusu ile küçücük bir şehir ancak sahip olduğu
University of St. Andrews,
Oxford ve Cambridge üniversitelerinin ardından gelen en eski üniversitelerinden biri ve dünya sıralamasında 162. sırada. Geçim kaynağı da üniversite nedeniyle eğitim ve Prens William ve Prenses Catherine'in tanıştığı yer olmasının yanı sıra tatlış bir şehir olması nedeniyle turizm.
İşte böyle küçük bir şehir olduğu için bu müzenin de küçük olduğunu varsayıp büyük bir hata yaptığımı fark ettim. St Andrews kasabasıyla ilgili tarihi değere sahip nesnelerin kalıcı bir koleksiyonuna ev sahipliği yapan bir müzenin bu kadar iyi bir ev sahibi olacağını bilemedik ve baya zaman harcattı kendisi bize. Helal olsun.
Ardından gidilmesi tavsiye edilen yerlerden sayılan
Swilcan Bridge'ye gittik. Tavsiye edenlerin tamamiyle troll olduklarını düşünüyorum, vardığımızda Romalılar zamanından kalma devasa bir köprü bulacağımızı sanıyorduk, bula bula kibrit kutusu kadar bir köprü çıktı.
 |
| Swilcan Bridge |
Bakın, gördünüz, bitti. Neyse, part of experince diyerek
Wardlaw Museum'a gittik. Bu müze St. Andrews Üniversitesi ile bağlantılı bir müze ve üniversitenin tarihi, sanatsal ve bilimsel koleksiyonlarından oluşan 115.000'den fazla eserini görebilirsiniz. 18.000 nüfuslu şehir, en eski üniversitelerden biri, 115.000'den fazla eser... Benim aklım almamıştı, almamaya devam ediyor.
.jpeg)
Ardından merakla adım atmayı beklediğim St. Andrews Üniversitesi geldi. Türkiye'de iyi sayılan üniversitelerinden birinden mezunum. Köklü geçmişe sahip bir ırktan geliyorum. Dünya üzerinde yaşayan en eski topluluklarının kanını taşıyorum ama benim bu özelliklere sahip ülkemde sadece ve sadece İstanbulda bu kadar bile eski olmayan yapılar var. Diğer şehirlerimde bazen parmakla sayılacak kadar bile yok. Ben ve biz diğer Türk gençleri neden böyle yapılarda okumadık? Neden ben dedemin dedesinin dedesinin dedesinin adını, evini, ailesinde kaç kişi var, ne zaman doğdu ve neden öldü bunları bilmiyorum? Övündüğümüz çoğu şeyin aslında sadece belirli bir aileye ve yakınlarına mahsus olduğunu, halkın çok azının bunlardan faydalandığını ne zaman o gerzek kafalarınız algılayacak? Bok gibi düzen şimdi de devam ediyor. Yine bir kesim bal kaymak...
.jpeg) |
| Wardlaw Museumun çatısından bir görüntü |
Sinirlendim yine kendi kendime. Klavyenin tuşlarına çat çut vuruyorum.
Al bak, İngiliz ve İskoç gençlerinin nasıl binalarda okuduğuna ve nasıl standartlar üstü eğitim aldığına bak. BAK!!!! BAAAAAK!!!!!!! Liseden bozma binanda üniversite eğitimi aldığını sanan bir avuç salak da kendini dünyanın kıskandığını sanmaya devam etsin. Bak gene alevim geldi, tamam artık değiştiriyorum konuyu ve gezime geri dönüyorum.
1450 yılında inşa edilmiş, üniversite kampüsünün içierinide yer alan iki şapelden birisi ve gotik bir mimariye sahip. Hem üniversite öğreniclei tarfından hem de halk tarafından kullanılıyor.
Şapelde bir süre ısınıp dinlendikten sonra ver elini
North Point Cafe. Neden burası? Çünkü burası Prens ve Prensesin tanıştığı kafe. Ayyyy, çok romantiiiik!
Ve bir diğer uğrak noktamız da,
St. Andrew Cathedrali oldu. Yaklaşık 1130 yılında inşası başlamış, savaşlarla sekteye uğramış ve 1318'de açıldığında açık ara İskoçyanın en büyük kilisesiymiş. Kilisenin başına gelmeyen kalmamış, savaşlar, yangınlar derken 1561 yılında harabeye dönmüş.
Şimdi ise, arkasını denize yaslamış, sessiz sedasız hayatına devam ediyor.
Sokak önünde bir yemek molası verip,
Sonrasında şehir merkezine inip,
Kahvelerimizi içip ısındık. Saat 15:30 olmuştu ve yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Elimizde gideceğimiz
St. Andrews Aquairum kalmıştı, bir kısmımız yorulduğu için kafede kalmayı tercih ederken, yürümeye ve akvaryumu görmeye niyeti olanlar yola devam ettiler. Akvaryumdan çıkarken kafede kalanları arayıp hep beraber otobüs terminaline geçecektik.
Son giriş 16:00 idi ve ucu ucuna yetişdik desem yeridir valla. Giriş 16 pound ama "abya biss öyrenciyisss" bakışlarımıza ve tabi ki öğrenci olduğumuz ispatlamamızı istediler, kurs maillerini gösterdik artık, 15 pounda girdik. 1 pound için bu eziyet çekilir mi derseniz? bazen eğlencesine yapıyoz 😌
İçerisi, 18.000 kişilik şehir nüfusuna oranla tahminlerimin ötesinde büyüklüğe ve çeşide sahipti. Sanırım beni en çok şaşırtan şehir, St. Andrews oldu, bu kadar küçük olmasına rağmen sahip olduğu kültürel zenginlik beni cidden ters köşe yaptı diyebilirim. Sanırım Bayburtla falan karşılaştırdım, o yüzden bu kadar şaşırttı beni.
120'den fazla çeşit tüylü ve pullu arkadaş var içeride. Samimiyet ileri düzeyde, belirli gün ve saatlerde hayvan beslemeleri bile yapabiliyorsunuz. Güzel ya 😎
En son da
penguen kardeşlerimizi ziyaret edip otobüs terminaline gitmek için yola döküldük.
Cathy ilk defa öğlen yemeğiniz için sanviç yapabilirim demişti sabahtan, hayli şaşırıp sevinçle kabul ettik. Sandviç baya doluydu, üstelik iki taneydi ve yanında bir gofret, meyve ve cips de verdi. Akşam eve döndüğümüzde vakit geç olduğundan yiyemediklerimi de akşam odamda yedim. Hava buzdolabından farksız olduğu için her bir yemek malzemesi sapasağlam kalmıştı.
0 yorum:
Yorum Gönder